Ayşegül Kumova, neredeyse iki ay önce bana bir mesaj atıp şöyle yazmış idi: “Atlas 1948 yani eski bilinen adıyla Atlas Sineması çok değerli bir yapı kuşkusuz. 200 yıllık bir bina ve şimdi İstanbul Sinema Müzesi. Müze, henüz 1 yaşında ama kısa süre içinde dünyada ilk üçe girmiş bile. Tarihçesini paylaşmak ister misin?”
Ayşegül’ün bana gönderdiği belgelerin birinin 37, diğerinin 35 sayfa olması nedeniyle bakmakta ve sizlerle paylaşmakta ‘biraz’ geciktim. Onu paylaşmayınca suçluluktan başka binalara da bakamıyorum:(
Sonunda bayramda oturdum. Oh!
Agop Köçeyan’ı biliyordum ama ayrıntılı bilgi benim için de çok iyi oldu.
Buyrunuz İstanbul Sinema Müzesi-Atlas 1948 ekibi ve Ayşegül’ün bana attığı metinlerden derlediğim tarihçe…
PADİŞAHLARA LAYIK AGOP KÖÇEYAN KONAĞI
“19. Yüzyıl’ın baş döndürücü politik, ekonomik ve sosyal ortamına paralel olarak Pera da hızla kabuk değiştirdi. O zamanın 300 yıllık Cadde-i Kebir’i, yâni günümüzün İstiklâl Caddesi, özellikle 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısında taş binâlar, pasajlar, elçilikler, konaklarla doldu.
İşte bu büyük dönüşüm sırasında Cadde-i Kebir’in en nadîde konaklarından biri, zamanın ünlü zenginlerinden Agop Köçeyan (Köçeoğlu) tarafından yaptırıldı. (Ben de 1905 tarihli Goad haritasından baktım; “Apparts Keutcheoglou” yazılmış.)
HAMAMDAN KALAN ‘O’ DUVAR
Agop Köçeyan, Osmanlı döneminde sarraflığın ve ilk bankacılığın öncülüğünü yapan Ermeni ailelerin son örneklerinden biriydi. Köçeyan ailesi, İstanbul’un birçok yerinde özel mülk ya da kamuya tahsis edilmiş̧ tesis yaptırmıştı. Agop Köçeyan da bu geleneği devâm ettirmiş, bugün Kadıköy’de Bahariye Caddesi üzerinde tek duvarlık yıkıntısı kalmış olan hamamı (caddede eskiden Mango, şimdi galiba DeFacto mağazası olan binanın önündeki tarihi duvar-kemeri hatırlayın), Çengelköy’deki ünlü yalısını ve Cadde-i Kebir üzerindeki kışlık konağı yaptırmıştır. Agop Köçeyan bu yalpılarda pâdişâhları ağırlamış olduğundan, bu yalılar ve konaklar saray haşmetine yakın bir lüks ile donatılmıştır.
Köçeyan’ın devrin padişahı Sultan Abdülaziz’e olan yakınlığı ve sultanın olası ziyaretleri nedeniyle binanın yapımına olduğu kadar süslemelerine de büyük özen gösterildi: İkinci katın tavanları, 1870’lerde İstanbul’a gelen Fransız ressam Hippolyte Dominique Berteaux’nun yaptığı essiz fresklerle donatıldı.
MİMARLAR TÜLBENTÇİYAN KARDEŞLER OLABİLİR
1870 yangını sonrasında yeniden yapılanma sürecinin ilk ürünlerinden olan bina, taş ve dökme demir kullanılarak karkas özelliklerinde inşa ettirildi. Paolo Girardelli’ye göre kışlık olarak yapılan bu konak, Roma’daki Palazzo Farnesse’yi örnek alarak neoklasik tarzda tasarlandı. Binanın günümüzde pasaj olarak kullanılan zemin katı (B Blok), o yıllarda cins atların bakıldığı at ahırı olarak kullanıldı. Sonraki yıllarda ise bu kısım at cambazhanesine dönüştürüldü. Zemin kattaki avluda bulunan at ahırı ve at cambazhanesi olarak kullanılan pasaj, 1932 yılından sonra yeniden tamir ve onarımdan geçirilerek bir eğlence ve sanat merkezine dönüştürüldü. Bu yıllarda B Blokta yeniden kapsamlı ilave ve onarımlar yapıldı. Yıllar ilerledikçe günün ihtiyaçları doğrultusunda Köçeyan tarafından binanın mimarisinde değişiklikler yapılarak B Blok’a bitişik ek inşaat yapıldı ve konak kısmı ile birleştirildi.
Yapının mimarı hakkında somut bir veri bulunmamakla birlikte bazı kaynaklarda Andon ve Garabed Tülbentciyan kardeşlerin ismi geçmektedir. Bu fikrin temeli, yapının banisi olan Agop Köçeyan’ın Beyoğlu’nda inşa ettirdiği bazı yapıların mimarı olarak Tülbentçiyan kardeşleri seçmiş olmasıdır.
(Yapım yılı olarak 1870 sonrası, 1905 yılından önce diyebiliyoruz sanırım.)
BİR DÖNEM POSTANE SONRA “MOULİN ROUGE” OLDU
Bina, Köçeyan ailesinin 1922’de Avrupa’ya göç̧ etmesinden ve Cumhuriyet’in kurulmasından sonra kamulaştırılarak Hazine’ye devroldu.
Cumhuriyet’in kurulmasının hemen ardından önce Postahâne Müdürlüğü olarak kullanılan bina, 1932 yılından itibâren Beyoğlu’nun en önemli eğlence merkezlerinden bir hâline getirildi.
Binada Dervişzâde İbrahim tarafından “Moulin Rouge” isminde bir eğlence mekânı açıldı. Moulin Rouge, o yılların meşhur Fransız kabarelerinin ismiydi.
BİR TAKIM GİYİNMİŞ İLK SAZ HEYETİ
Bana gönderilen metin binanın yıllarını şahane özetliyor ancak tabii ki Reşat Ekrem Koçu ne yazmış, kesin yazmıştır diye baktım İstanbul Ansiklopedisi’ne. Birçok şahane ayrıntı barındırıyor tabii ki Koçu’nun metni. Misal, burada araya gireyim. Bir örnek giyinmiş saz heyeti ilk kez burada sahne almış. Ne zaman?
Şöyle diyor Koçu: “1935-1936 kışında Kemani Sadi Işılay ile zevcesi meşhur ses sanatkarı müteveffa Denizkızı Eftalya ve müteveffa bestekar Bimen Şen aralarında hususi bir şirket aktederek binayı kiraladılar ve Mulen Ruj ismini Çağlıyan’a çevirdiler. (Bu arada ben Bimen Şen‘i bilmez tanımazdım, Koçu’nun bu metni, Denizkızı Eftelya ve esi Sadi Bey ile yakınlığı, ortaklığı zihnimde bu sitede daha önce bahsettiğim Şen (Ses) Apartmanı ile ilgili yeni olasılıklar açtı! Bu apartman işinde de ortak olmaları çok mümkün!!! Keşif gibi keşif, her şey birbirine bir şekilde bağlanıyor ya çok acayip) Bu mevsim burada, ilk defa olarak ayni kostümler giymiş bir örnek bir incesaz heyeti sahneye çıkmıştır. Pek muntazam ve mükemmel olan bu heyette, en büyük üstadlar mevcuttu. Büyükşehrin zevk erbabı tarafından unutulmayacak hadiselerdendir.
Gene bu heyet, meşhur Sahibinin Sesi plaklarına saz ve söz eserleri doldurmuştur ki, bunlar dinlenmesine doyulmayacak kadar nefis parçalardır; bu plakların üzerinde, «Çağlıyan Musiki heyeti tarafından» diye yazılır. Bu mükemmeliyetin sebebi şüphesiz müessesenin üç musikişinas tarafından idare edilmesidir. Ertesi iki mevsim (yani eylülden ertesi yılın mayısına kadar), 1936 – 1938 kışlarında incesaz hemen hemen muhafaza edilmekle beraber, müessese sahipleri değişmiş, evvelkilerin yerine yine meşhur musikişinasımız geçmiştir: Hanende Faruk Altın ve -bestekar Kanuni Artaki Candan. Çağlıyan ismi muhafaza edilmiş, yine içkili, sazlı ayrıca varyeteli, canbazlı ve oyunlu bir gazino olarak kalmıştır. Bu üç sene müessesenin altın devri olup, bütün İstanbul’dan müşteri celbeden en büyük gazino idi. Musikişinas sahipleri Faruk Altın ve Artaki bu incesaza iştirak etmemişlerdir. Bu incesaz heyetinden; üstat bestekar Tanburi Salahaddin Pınar, udi ve piyanist Yorgo, klarnetçi Şeref, hanendelerden Celal Tokses, Ağyazar Akyüz v.s. hatırlanabilir. Mualla Gökçay bu sırada ve bu sahnede tanınmıştır.”
GÜLRİZ SURURİ’NİN BABASI İLE OPERET
İşletme 1938 yılında, aktör ve rejisör Lütfullah Sururi (tanıdık geldi mi? Gülriz Sururi desem, babası desem) tarafından devralındı; bina, “Halk Opereti” adıyla operetlerin sahnelendiği bir sanat meskeni hâline geldi. İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında yine Lütfullah Sururi tarafından işletilen mekân, yabancı filmlerin gösterime sunulduğu bir sinema salonu olarak kullanıldı.
BOROVALI AİLESİ İLE SİNEMA SALONU
İkinci Dünya Savaşı’nın ikinci yarısında mekân M. Muhiddin, A. Cevad Öztuna ve Evgeni Efendi sâhipliğinde bir gazinoya dönüştü. 1948 yılında Balkan göçmeni zengin bir aile olan Borovalı âilesi tarafından satın alınan bina, 1860 kişilik bir sinema salonuna dönüştürüldü. 1951 yılında Muhsin Ertuğrul tarafından 300 kişilik kapasitesi olan “Küçük Sahne” isimli tiyatronun da açılmasıyla binâ Beyoğlu’nun en hareketli kültür ve eğlence merkezlerinden biri oldu.
O yıllarda Borovalı Han olarak da anılan binada ailenin önde gelen ismi Aziz Borovalı da ikâmet etti.
DORMEN TİYATROSU-BEDİA MUVAHHİT SAHNESİ
Muhsin Ertuğrul’un 1955 yılında Küçük Sahne’yi bırakmasının ardından 1957 yılında Dormen Tiyatrosu açıldı. 1994 yılında ise tiyatro, Kültür Bakanlığı tarafından satın alınarak “Bedia Muvahhit Sahnesi” olarak hizmete girdi.
Binanın giriş kısmı 1970’li yıllardan itibâren çarşı olarak kullanılmaya başlandı. 1970 yılında Banker Kastelli tarafından satın alınan bina, Kastel Pasajı ismiyle bilinir oldu. 1989 yılında Kültür Bakanlığı tarafından işletmenin devri Türker İnanoğlu’na yapıldı.
SERGİLERE EV SAHİPLİĞİ
1992 -1993 yıllarında onarım çalışmaları geçiren binâ, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Müdürlüğü olarak sergilere ev sahipliği yaptı. 2008 yılında yapı İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’na tahsis edilmiş ve ajans tarafından basit onarım kapsamında 2., 3. ve çatı katı onarılarak 2011 yılına kadar aktif kullanıldı.
2016 yılında İstanbul II No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü tarafından kullanılmaya başlayan yapının 3. katı geçici bölmelerle ayrılarak ofis düzeni oluşturuldu. 2. Kat kısmen arşiv olarak düzenlendi.
KALEM İŞLERİ
Yapının birinci katı zaman içerisinde yapılan müdahaleler nedeniyle bezeme ve özgün mekân ögelerinin önemli bir bölümünü kaybetmiş olsa da muhdes (sonradan oluşturulan, yaratılan) eklerin arkasında kalmış olan eşsiz tavan bezemeleri restorasyon çalışması sırasında ortaya çıkarılmıştır. Tavanda karşımıza çıkan kalemişi süslemelerde çeşitli manzara tasvirleri ve madalyonlar dışında, stilize bitkisel motifler de görülmektedir.
İç Mekân Çeşmesi: İşlevsel bir mimari öge mi yoksa yalnızca bir süs unsuru olarak mı yapıldığı bilinmemektedir. Mermer ayna taşı ve mermer bir teknesi olan çeşmenin su haznesi ve musluğu bulunmamaktadır.
Şömine: Mermerden yapılmış olan bu şöminenin iki ucunda volüdlü başlık üzerinde görünen “Gargoyle (Gargouille)’’ tasvirleri oldukça dikkat çekicidir. Efsanevi yaratıklar veya çirkin insan yüzlerinden oluşan gargoylelerin, istenmeyen ruhları kovduğu ve bulunduğu yeri kötülüklerden koruduğu düşünülmektedir. Genellikle 13. Yüzyılda Avrupa’daki binaların çatılarında, su yolları için dekoratif bir amaçla kullanıldığı bilinen gargoylelerin dekoratif olanları da yapılmıştır. Latince kökenli garg (boğaz) ve Fransızca gueule (ağız) kelimelerinden oluşmasından anlaşıldığı gibi, işlevleri sebebiyle ağızları açık şekildedir.
Yapının birinci katında bulunan şömine dışında, birinci katı ikinci kata bağlayan merdivenlerde de girlandlarla birbirlerine bağlanmış şekilde görülmektedir.
PUTTOLAR SİMURGLAR
Puttolar : Restorasyon çalışmaları sırasında ortaya çıkarılan ve İtalyanca’da küçük erkek çocuk anlamına gelen “Putto’” adı verilen bu figürlerin kökeni, Yunan aşk tanrısı Eros’a dayanmaktadır. Batı’da büyük bir alana yayılan putti (çoğul) klasik dönemde mitolojik karakterleri tasvir ederken, rönesansla birlikte meleklerin tasvirinde de kullanılmaya başlanmıştır.
Sevgiyi, aşkı ve saflığı temsil etmektedir. İstanbul Sinema Müzesi binası, Putto figürlerinin İstanbul’da kullanıldığı ender yapılardan biridir. Bu figürlerin, beraberinde genellikle av hayvanları ve meyve tabakları ile tasvir edildiği göz önünde bulundurulduğunda, salonun işlevi hakkında da ipucu vermektedir. Freskler üzerinde sanatçı imzası bulunmaması sebebiyle, kim tarafından yapıldığı bilinmemektedir.
Merkezde karşılıklı yer alan, önlerinde yemek masası bulunan putto tasvirlerine bakıldığında, Batı’da Feniks, İran geleneğinde Simurg, Orta Doğu geleneğinde Anka kuşu, Türk geleneğinde Tuğrul adını alan efsanevi kuşla çerçevelendiği görülmektedir. Bu kuşun, en önemli özelliği ölümsüzlüğüdür. Simurg figürü Pers sanatı ve edebiyatının tüm dönemlerinde görülür ve Azerbaycan, Gürcistan, Orta Çağ Ermenistan’ı, Doğu Roma İmparatorluğu ve Pers kültürünün etkili olduğu başka bölgelerin ikonografilerinde de yer edinmiştir.
19. yüzyılda “tezatların birleşimi’’nden doğan neoklasik üslup yapının süslemelerinde bu şekilde de kendini göstermektir.
KALICI KOLEKSİYON KATI FRESKLERİ
Hippolyte Dominique Berteaux tarafından yapılan, dört elementin tasvir edildiği freskler tavanın dört köşesine yerleştirilirken merkezde ise yaz ve ilkbahar tasvirleri yer almaktadır.
EOLE/HAVA: Éole’nin bu fresklerde ana figürlerden biri olarak seçilmiş olmasının tesadüf olduğunu söylemek pek mümkün değil. Zira Éole, yani Aeolus, Antik Yunan ve Roma’da rüzgâr tanrısı ya da rüzgârların efendisi olarak geçer. Notos, Boreas, Euros ve Zephyros rüzgârlarını Zeus’un emriyle kontrol eder. Birçok hanedan armasında sembolü mevcuttur. Bu bağlamda Éole figürünün seçilmiş olması, misafirlere yönelik güçlü bir mesaj, derin bir politik tevazu içeren güç ve gösteriş aracıdır. Zira Éole’nin dört büyük rüzgara hükmetmesine rağmen bunları Zeus’un emri doğrultusunda yönetiyor olması, hem bereketin hem felaketin gücünü elinde tutmasına rağmen bunu Zeus’un üstün iradesinin dışında kullanmaması, yapının banisi tarafından misafirlere, dış dünyaya yönelik verilmiş ince bir mesaj olarak yorumlanabilir.
NYMPHE/SU: Suyu betimleyen fresk için seçilmiş olan figür Nymphe, bir peridir. Antik Yunan ve Roma mitolojisinin önemli bir parçasını oluşturan Nymphe figürü, genel itibarı ile saflığı, temizliği, tazeliği sembolize eder.
SAVAŞÇI/ATEŞ: Ateşi betimleyen fresk için seçilmiş olan savaşçı figürü de yine dış dünyaya yönelik verilmek istenen güçlü bir mesajı içeriyor gibi görünmektedir. Zira bir elinde ateş, bir elinde kılıç tutan, karanlık bir ufukta yaşanan volkanik bir patlamaya gözlerini dikmiş savaşçı, her türlü mücadeleye sonuna kadar hazır algısı yaratıyor. Bir diğer yandan, ateşle, en çetin koşullarla sınanmış, ateş ile pişmiş ve güçlenmiş olduğu hissi veren savaşçı figürü, dört element betimlemesi arasında en “sert” betimleme olarak diğerlerinden ayrılıyor.
TOPRAK: Toprak elementini betimleyen fresk belki en klasik figüratifin kullanıldığı fresktir. Binlerce yıldır hemen hemen tüm kültürlerde toprak, başak ve kadın ile ilişkilendirilmiştir. Bereketin, hayatın yeşermesinin, doygunluğun sembolizmi, toprak-başak-kadın üçlemesi ile yaygınlaşmıştır. Yapının bu en büyük bölümünde, yapının banisinin dış dünyaya zenginliğini, bereketini ve sahip olduğu doygunluğu bu güçlü ve klasikleşmiş sembolizm ile göstermek istediğini düşünebiliriz.
Yapının bu kısmında yer alan ilkbahar ve yaz figüratiflerinde dikkati çeken en önemli detay, iki freskte de ikişer figürün yer almasıdır. İki freskte de ikincil figürler bebek ya da çocuk olarak seçilmiş gibi görünmekle birlikte, bu figürler aslında melek olarak (putto) figüratiflere dahil edilmiştir. Tanrısal bir bahşetme ile gelen bereketin, özgüvenin ve huzurun resmedildiği bu freskler, dört element ile verilen mesajları tamamlıyorlar.
BİLİM VE EDEBİYAT FRESKİ
Yapının bu bölümündeki en dikkat çekici freskin ise bilim ve edebiyatı betimleyen fresk olduğu söylenebilir. Karşılıklı iki kadın figürünün bulutların arasında tasvir edildiği freskte kadınlardan biri elinde pusula ile dünya küresine yaslanmakta iken bir diğeri elindeki rulo ve kalemle düşünür bir halde tasvir edilmiştir ve ona bulutların arkasından bakan, elinde bir lir ile tasvir edilmiş ilham perisi bulunmaktadır.
Yapının inşa edildiği dönemde hala yoğun etkisini sürdürmekte olan, Avrupa burjuvazisinin Rönesans’tan başlayarak Aydınlanma ve ardından gelen süreçte sadece felsefi ve politik bir temel almaktan fazlasını yaparak sınıfsal bir seçkinlik ve zenginlik göstergesi olarak kullandığı Antik Yunan ve Roma medeniyetleri, skolastik dönemin bilim ve sanat ile aşılmasının bir sembolü haline gelmişti. Bilime ve sanata öncelik vermek, bu iki alanda aktif destek vermek, yatırımlar yapmak, yapının inşa edildiği dönemde hala burjuvazi için önemli bir ayrıcalık, üstünlük ve skolastik döneme karşı tavrını belli etmenin bir yoluydu. Bir burjuvanın dinsel figüratifler yerine, Antik Yunan ve Roma mitolojilerine, pagan figürlere, bilime ve sanata atıf yapıyor olması, o burjuvanın sosyal hayat içindeki konumunu gösteriyordu. Modern Batı değerlerine, modern Batı burjuvazisine ait olduğunu gösteren bu tavır, burjuvanın dahil olduğu “sosyete” tarafından bir kabul ile ödüllendiriliyordu.
Atlas’ın güncel Instagram adresleri ve sitesi şöyle imiş:
@atlas.1948 @istanbulsinemamuzesi www.istanbulsinemamuzesi.com
Fotoğraf notları:
- Binaya ait bütün yeni fotoğraflar İstanbul Sinema Müzesi-Atlas 1948 ekibinden, Ayşegül Kumova aracılığıyla… PDF dosyalarını buradan indirebilirsiniz: PDF1 & PDF2
- Eski fotoğraflardan renkli olanını “İstiklal Senin” sitesinden aldım
- Siyah beyaz olan fotoğraf Said Duhani’nin Eski istanbul Eski Evler adlı kitabından sanırım, Beyoğlu’nun Adı Pera iken adlı kitabı da olabilir. Bende ikisi de yok. Seda Özen Bilgili Twitter’ında paylaşmış, ondan görüp ekledim, 1971 Ocak ayına aitmiş.
- Tabela fotoğrafı benim.
- Kupürler İstanbul ansiklopedisi ve Taha Toros arşivinden.
6 Comments
Didem Avincan
Posted at 23:05h, 05 Mayısİstanbul’da yaşarken ”kim bilir neydi, şu girişe baksana belli ki öyküsü uzun” diye içimden geçirdiğim ama daha çok da sadece sinema ve hediye aldığım pasaj olarak aklımda kalan bu yapının zihnimdeki yeri son yazınızla tamamen değişti.
Birçok yapı okuduk burada, hiçbirini diğeriyle karşılaştırmıyorum ama hakkını verelim Köçeyan Konağı’nın çok katmanlı bir hikayesi varmış. Hele de görmediğimiz mahalleri gün yüzüne çıkınca daha da heyecanlandırdı. Herkesin emeğine sağlık, dolu dolu belge ve fotoğraf paylaşımları için.
Bu arada benim de yeni duyduğum Bimen Şen’i de merak etmeden yapamıyor insan, E-posta ile bana ilginç gelen gazete arşiv kayıtlarını paylaşacağım.
Nilay Örnek
Posted at 22:23h, 09 MayısYa sayenizde Bimen Şen’i ekleyip, Şen Apartmanı bağlantısını kuracağım inşallah. Belgeler alındı:)
İnanç Ali Özdemir
Posted at 12:30h, 09 MayısYine fevkalade, bilgilendirici ve bir o kadar farklı tadları bir arada barındıran nefis bir derleme olmuş. Oldukça çok bilgiyi kolayca okunacak hale getirmek için epey uğraştığınız belli. Tekrar teşekkür ediyor, bir sonraki yazınızı merakla bekliyorum.
Nilay Örnek
Posted at 22:23h, 09 Mayısçok teşekkürler:)
Gökhan Akçura
Posted at 21:31h, 10 AğustosMulenruj-Çağlayan’ın bu bina ile hiç bir ilgisi yoktur. Mulenruj şimdi Fitaş sinemalarının bulunduğu yerdeki yapıydı. Mülkiyeti de Ermeni Vakfı’na aitti!
Nilay Örnek
Posted at 12:10h, 16 AğustosMerhaba Gökhan Bey; hoşgeldiniz. Daha açmadan siteyi gönderdiğim 10 -kadar- kişiden birisiniz, ilk yorumun ünlemli bir düzeltmeyle gelmesi acıklı da olsa siteye bakabilmenize çok sevindim. Bakayım tabii, düzelteyim, şöhretli üzerine çok yazılmış binaları yazmayı bundan da sevmiyorum, bir güvenilen kaynak yanlışsa, ben de tersini ıspatlayamadıysam yanlış yürüyor. Teşekkürler